-- Diriliş Postası, Mütefekkir Ulemâdan İstifade Edebilmek

KABA GÜCE DEĞİL YASAYA, KORKUYA DEĞİL GÜVENE İTİBAR ETMEK

Share via WhatsappShare on FacebookTweet about this on TwitterShare on LinkedInEmail this to someonePrint this page

“Hiç şüphe yok ki işte bu Kur’an en doğru yola yöneltmekte, erdemli ve güzel davranışlar sergileyenleri kesinlikle muhteşem bir karşılığın beklediğini müjdelemektedir.” (İsrâ, 17:9).

 

Yaşayan İslam mütefekkirlerinden üstad Cevdet Said’in Batı’nın iki bin yıllık korkusunu analiz eden risalesinden iktibasa devam ediyoruz:

 

Dinde Baskı ve Zorlamaya Hiçbir Surette Yer Olmadığına İman Etmek

“Kâinatı yaratan ve yöneten Allah’ın birliğini ifade eden ‘tevhid’ yegâne sistem olup bu sistemin birtakım sabit/değişmez yasaları vardır. Avrupalılar bu yasaları Müslümanlardan daha iyi kavramış ve kullanmıştır. Müslümanlar ise bu yasalardan/ sünnetullahtan yararlanarak köklü bir değişime yol açacak modeller üretememişlerdir.

Astronomi ile yeryüzünün konumuna ilişkin yaklaşımlarda ortaya koyduğu köklü değişim, insanlığa büyük bir güç vermiştir. Gökbilimindeki devrim toplumsal bilimlerdeki devrimi doğurmuştur. İsevî ve İbrahimî düşünce, Batı dünyasının girişimiyle son derece önemli bir aşamaya ulaşmıştır: Demokrasi. Her ne kadar dindışı bir kaynaktan geliyor ve imandan uzak duruyor ise de demokrasiyi geliştirenler, insanlığın lehinde ya da aleyhinde tanıklık eden zümreyi oluşturmaktadır. Biz ise halen tarihin dışında duruyoruz. Tarih dışı kaldığımız için insanlığa tanıklık edemiyoruz. Bu yüzden dünyada olup bitenleri doğru okuyamıyoruz.

Makedonyalı İskender’in askerî gücüyle bölgemize gelişi ve önce İsa aleyhisselam tarafından, ardından İslamiyet tarafından ikinci kez reddedilmiş ve bölgemizden püskürtülmüş olmalarını Batılılar bir türlü unutamamaktadır. İşte, Batı’nın önce Haçlı Seferleri ve savaşları ile başlayan ve yakın dönemde sömürge savaşları ile devam eden ilişki biçimleri, hafızalarında korudukları bu acı tarihî tecrübeler üzerine bina edilmektedir.

Ne var ki Batı bugün büyük bir çıkmaz içindedir. Nitekim, genellikle ilk hamlede galip gelen ikinci hamle şansını hasmına vermektedir. Medeniyetleriyle gurura kapılan Batı dünyası bütün dünyaya hükmederken Batı dışında bir varlık yokmuş havasına girerek diğer toplumlara ‘marjinal’ muamelesi yapmaktadır. Daha önce dünyayı Roma/Bizans’tan ibaret zannettikleri gibi şimdi de dünyayı Avrupa’dan ve Batı medeniyetinden ibaret zannediyorlar.

Müslümanlar da tarihi unutmadılar. Hafızalarını da kaybetmediler. Farklı görüşlere sahip Müslüman grupların olduğu doğrudur. Ancak, bütün Müslümanlar son derece büyük bir misyon üstlendiklerinin bilincindedir. Bu misyon tevhidin tâ kendisidir. Her ne kadar Müslümanlar tevhidi henüz biraz puslu görüyorlarsa da, henüz bütünüyle berraklık kazanmış bir tevhid inancını ortaya koyamamışlarsa da, demokrasinin anlam ve önemini henüz içselleştirememiş olsalar da, Batılı yazarların kitaplarında ve yazılarında, onların Doğu’dan korktuklarını, sel misali ülkelerini basıp kendilerini boğmalarından kaygı duyduklarını görebiliyoruz. Batılıların büyük acılar çekerek ve bedel ödeyerek ulaştığı ve insanı kilisenin tahakkümünden kurtarıp ona saygınlığını kazandıran demokrasinin mahiyetini biz henüz yeterince kavrayamamış olmamıza rağmen Batı bizim kendilerini yutmamızdan korkmaktadır.

Öte yandan, Gibb ve Toynbee, bir gün insanlık âlemini kuşatan bir birlik kurulacaksa, bunun Müslümanların ortaklığı ve desteği olmadan gerçekleşemeyeceğini, zira insanlar arasında gerçek eşitlik fikrini savunanın sadece İslam olduğunu yazmışlardır. Çünkü İslam’a göre medenileşme kabiliyeti olmayan bir tek insan ya da bir tek grup yoktur.

Bilim adamlarının yerkürenin merkez olmadığını, güneşin dünyanın değil tam tersine dünyanın güneşin etrafında döndüğünü keşfetmesi ile büyük bir devrim gerçekleşmiş oldu. Gökbilim alanındaki bu devrimin bir benzeri de Avrupa merkezli sömürgeci Hıristiyan Yunan medeniyetinin yıkılmasıyla sosyal alanda vuku bulmuştur. Mesela, eski dönemlerde insanlar krallarını (mesela firavunları) büyük, kendilerini de küçük görüyorlardı. Sosyal alandaki devrimden sonra kralların bir kıymeti kalmadı. Yükselen değer halk oldu. Bu gelişme gerçekten büyük bir sosyal devrimdir. Dünyayı hegemonyası altında inleten güçleri korkutan işte bu sosyal devrim yasasıdır. Çünkü dünya uyandığında bu despot güçler hakimiyetlerini ve “Ben sizin en yüce rabbiniz değil miyim?”, “Sizin benden başka bir rabbiniz olduğunu bilmiyorum.” gibi firavunvari düşünce sistemlerini kaybedecektir.

Müslümanlar olarak bu propagandaların hakikatini kavrayıp insanlara nasıl tahakküm edildiğini anladığımızda büyük bir tatmin duygusu yaşayacağız. Batı medeniyetinin nâkıs yönlerini gördüğümüzde özgüvenimizi geri kazanacağız. Batı’nın kurduğu sistemdeki sadece veto hakkını ele alalım mesela. Çirkin bir Batı icadı olan veto hakkı(!) şirkin en büyüğünü ifade etmekte olup, bu diktatörce uygulama dünyanın problemler yumağı halinde kalmasına yol açmakta ve insanlığın gelişimini engellemektedir.

Batı düzeninin en büyük açığı olan ‘veto’ zulmünü deşifre etmeye diğer toplumlardan çok daha yatkın olan Müslümanlardır. Zira, düzenden az çok yararlanan diğerlerinin bu büyük kusuru deşifre etmesi söz konusu değildir. Müslümanlar Batı düzeninin bu büyük kusurunu, yani insanları eşit görmeyişini, ötekini insan olarak bile görmemesini rahatlıkla gözlemleyebilmektedir. Diğer toplumlar ise sadece kendi varlıklarının da kabul edilmesini istemekle yetinmektedir.

Batı düzeninin öteki ile diyalog dili şiddet, hegemonya ve alay dilidir. Bu dili o kadar abarttılar ki, ironik karikatürler yayınlamaktan bile çekinmediler. Oysa bu tavırları sebebiyle asıl komik duruma düşen kendileridir. Ama biz Müslümanlar olarak onları alaya almayız. Zira bizim değerlerimiz vardır:

“Siz ey iman edenler! Hiçbir kişi ve zümre bir diğer kişi ve zümreyi alaya alıp hor görmesin…” (Hucurât, 49:11). İşte Kur’an böylesine büyük sosyal yasalar ortaya koymuştur.

Bu yüzden, kaba güçle insanlar üzerinde hegemonya kurmayı düşünen ve buna yeltenen ister Müslüman olsun ister gayr-ı müslim, kesinlikle yanılgıya düşmektedir. Zira bunlar ne insanı ne de onun düşünce mekanizmasını anlayabilmişlerdir.”

 

Adalet/Eşitlik Fikrini İçselleştirebilmek, Veto İmtiyazını Bütünüyle Yok Etmek

“Batılıların Allah tasavvuru âfak ve enfüs ayetleri vasıtasıyla oluşmuş bir tasavvur değildir. İnsanlık ailesi olarak Allah’ı âfak ve enfüs ayetleri vasıtasıyla tasavvur edebildiğimizde o zaman din ilim olacaktır. Din ilme dönüştüğünde küreselleşecektir. İşte o zaman Birleşmiş Milletler demokratik bir yapıya kavuşabilecek ve sorun çözülmüş olacaktır. O zaman insanlığın sorunları çözüm yoluna girmiş olacaktır. Zira bütün dünya müşterektir. Sadece Hindistan ve Çin dünya nüfusunun üçte birini oluşturmaktadır. Ancak her ikisi de dünya düzeninde etkin olabilmekten uzaktır. İşte onlar da meydana girdiğinde -ki bu süreç başlamıştır- sorun çözülecektir.

İnsanlar arasında adaleti sağlama mesajıyla gelen dini ilim temelinde ve âfak ve enfüs ayetleri vasıtasıyla anlamaya ve bu şekilde öğrenmeye başladığımızda, aynen maddenin ve enerjinin bize hizmet etmesi gibi insanın da bize hizmet etmeye başladığını göreceğiz. İşte o zaman insan algımız değişecek ve itminana kavuşacağız. Nasıl ki yasasını öğrendiğimiz için elektrikten korkmuyorsak, aynı şekilde yasalarını öğreneceğimiz insandan da korkmamaya başlayacağız.

Adalet/eşitlik fikrini içselleştirebilmek insan için son derece büyük bir ‘değer’dir.  Adaleti reddetmek şirke düşmek için yeterlidir. Nitekim şirk budur zaten:

“Doğrusu sana ve senden öncekilere (insanoğluna iletilmek üzere) şöyle vahyedilmişti: ‘(Ey insan!) Eğer Allah’a ait nitelikleri başkalarına yakıştırırsan, kesinlikle yapıp ettiklerin boşa gidecek, üstelik büsbütün kaybedenlerden olacaksın!’” (Zümer, 39:65).

Bu ayet, herhangi bir sınırlama koymadan büyük bir temel yasayı ortaya koymaktadır. Toplumsal yasaları kabul etmemeyi şirke düşmek olarak tanımlamaktadır bu ayet-i kerime. Nitekim kâinat da eşitlik yasası üzerine kuruludur. Eşitlik bozulursa düzen bozulur. Nasıl ki fizik yasalarına ilişkin bir sorun ortaya çıktığında fizik âlem bozuluyorsa, aynı şekilde büyük insanlık toplumu da birtakım yasalara tâbi olup bu yasaları reddeden/içtenlikle kabul etmeyenler bozgunculuk yapmış olmaktadır. Bunu yapan da korkuya kapılır. Oysa, emrimize/hizmetimize verilmiş kâinata kin tutmanın âlemi yok, kalbimizin bu konuda sakin, gönlümüzün de huzurlu olması gerekir.

Ne kadar büyük bir gücü elinde tutuyor olursa olsun bir insanın başka insanın aklını yönetme gücü yoktur. Gücü elinde bulunduran, korkuyu yaşayanın bizzat kendisidir. Bu yüzden kendisini kaba güçle korumaya yeltenir. Müslümanlar da korkmaktadır ve kendilerini/canlarını sadece kaba kuvvet ile, adale ve silah gücüyle koruyabileceklerini zannetmektedirler! Amerikalılar ise kendilerinden başka bir gücün ortaya çıkmasından korkmaktadırlar.

Bunca korkuya ne gerek var? Oysa sadece insanı tanıyarak, onun hakikatini kavrayarak bütün bu korkuların bertaraf edilmesi mümkündür. Kâinatta geçerli olan yasalarla insanı yöneten yasaları keşfedebilirsek bu korkular kendiliğinden yok olup gidecektir. Yasayı bilen insanın kalbinde korku kalmaz. Korkusu kalmayınca insan mutmain olur/ doyuma ulaşır. Nitekim kalp, ancak âfak ve enfüse ilişkin sünnetullahı/yasaları keşfederse yatışır:

“De ki: ‘Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?’ Ne var ki, sadece akleden kalbe sahip olanlar bunu kavrayabilir.” (Zümer, 39:9).”

 

Çözüm: Kaba Güce Değil Yasaya İtibar Etmek, Korkuyu Değil Güveni Yaymak

“Çözüm; insanlar arasında bu bilinci yaymak ve tüm dünyada bu anlayışı yaygınlaştırmaktır. Çünkü bilinç, insanoğlu için tüm olumlu gelişmelerin kapısını açan bir anahtar mesabesindedir. Çözüm “anlar duruma gelmemiz” ve olayların iç yüzünü kavrayabilmemizdir. İnsanın ve tarihin yasalarını anlamamız ve bilinçlenmemiz gerekmektedir. İnsanlar olayların çoğunu hiç anlamıyorlar. Kendilerine söyleneni sorgulamadan kabul edivermekle yetiniyorlar. Daha önce düşünülmemiş, hiç duymadıkları yepyeni konular üzerinde düşünmeyi beceremiyorlar. Sadece daha önce söylenenleri taklit etmekle iktifa ediyorlar.

İnsan sünnetullahı/yasaları kavrarsa büyük bir güç elde eder, olayların iç yüzünü kavramaya ve olup biteni doğru yorumlamaya başlar. Mesela, Japonlar kaba güç kullanmaksızın bağımsızlıklarını elde ettiler. Ne var ki onların dünyaya verecek bir mesajları yok. Sovyetler Birliği, dünyada en yüksek miktarda yıkıcı güç yığmış olan bir süper güç olmasına rağmen içten yıkılıp gitti. Demek ki silah sahibini koruyamıyor. Esasında silah aynen cahiliye dönemindeki putlara benziyor. Silahlar modern çağın putlarıdır. Avrupa halkları birbirini yıkıma uğrattıktan sonra birleşmeyi başarabilmiştir. Ancak, bu birliği kesinlikle güç/kuvvet aracılığıyla sağlamış değillerdir. Ne Hitler ne Mussolini ne de Çörçil onların birlik olmalarını sağlayabilmiştir. Onları birleştiren, tarihlerini kavramaları ve bilinçlenmeleridir. Amerika’nın tarihi henüz çok yakın ve kısa olmakla birlikte hegemonyası çok sürmeden çökecektir. Çünkü insanın yasaya aykırı hareket etmektedir.

Müslümanlar olarak henüz sisteme dâhil olabilmiş değiliz, ama kendimize rağmen bir zaman mutlaka bunu başaracağız. Çünkü şu anda içinde yaşadığımız dünya düzeninin ne bir yararı var ne de değeri. İşte zaten bu yüzden korku üreyip yayılmaktadır.

Kur’an-ı Kerim kalplerin ancak sünnetullahı/ yasaları kavramakla ve onlara uygun davranmakla yatışabileceğini bildirmektedir:

“Onlar ki, inanmıştır ve Allah’ı anmakla kalpleri huzur/doyum bulmuştur; çünkü bilin ki, kalpler gerçekten de ancak Allah’ı anarak huzura erişir.” (Ra’d, 13:28).

“Unutmayın ki Allah’a yakın olanlar, gelecekten dolayı kaygı, geçmişten dolayı da keder duymayacaklar.” (Yunus, 10:62).

İman/güven yakın zamanda gelişip tüm dünyaya yayılacaktır:

“Onlar Allah’ın (hidayet) nurunu üfürükleriyle söndürmek için can atıyorlar; kâfirler istemese de Allah nurunu tamamlayacaktır.” (Saf, 61:8). Benim bu ayette geçen ‘Allah’ın nuru’ndan anladığım eşitlik çağrısıdır, yani adalet söylemidir.

“Zorlama dinde yoktur. Artık doğru ile yanlış birbirinden seçilip ayrılmıştır. Şu hâlde kim şeytani güç odaklarını reddeder de Allah’a inanırsa, kesinlikle kopmaz bir kulpa yapışmış olur: zira Allah her şeyi sınırsız işitendir, her şeyi limitsiz bilendir.” (Bakara, 2:256).”

 

Kaynak:

 

Cevdet Said. (2006). “Keyfe Bede’el-Hawf?! (Korku Nasıl Başladı?!)” Lime Hâze’r-Ru’bu Kulluhû mine’l-İslâm? içinde, Dımaşk: Dâru’l-Fikr, s.15-26.

Share via WhatsappShare on FacebookTweet about this on TwitterShare on LinkedInEmail this to someonePrint this page
KORKUYU YENİP GÜVENİ İKAME EDEBİLMEK
İSLAM’DAN NİÇİN KORKTUKLARINI ANLAYABİLMEK

Yorum yap

Yorum

  1. Fethi hocam değer üreten akla değer verip iktibas yapmışsınız Allah salih ve şahit ameliniz etsin

  2. Fethi hoca Allah razı olsun. Her iki yazıyı da okudum, fevkalaade istifade ettim. Her şey Tevhidi anlayıştan, yani Kur’anı hayata hakim kılmaktan geçiyor. Müslümanlar bundan uzaklaşıp batılla amel ettikçe zulüm ve esaretten kurtulamamaktadırlar. Allah basiret nasip etsin.

  3. Birinci Yazı için;
    “… peygamber gönderilmesi için en elverişli bölge …” ifadesi, Allah’ın Resulü, bağlamında anlamsız kalabilir.
    “… Oysa Hz. İsa böyle değildi. Onun dünya görüşü insani bir yaklaşım üzerine kurulmuştu. Bu yüzden bütün bir Roma imparatorluğunu barışçıl bir yöntemle Hıristiyanlaştırmıştı. …” Bu ifade ve anlayış, sevgili hocam kesinlikle yanlış ve saçmadır. Yazının devamında Roma topluluğunun, Hz. Muhammed’in(s) topluluğu ile savaştığı söyleniyor. Böyle bir şey olabilir mi? Hz. İsa, insanları Hıristiyanlaştırır mı? O, bir İslâm peygamberi değil mi? Hıristiyanlıkla Hz. İsa’nın ne alâkası var? Aşağıdaki pasajla yukarıdakini nasıl bağdaştırıyor Cevdet Said hoca?
    “… İslam’ın mesajı Doğu Akdeniz Bölgesi’ne ulaştığında Roma medeniyetiyle karşılaştı. İslam-Roma karşılaşmasının galibi İslam oldu, Roma bölgeden uzaklaştırıldı. Aynen Hıristiyanlığın yayılış seyrinde olduğu gibi İslam da bölgede yayılarak tâ Konstantiniye’ye kadar dayandı. Diğer taraftan İspanya’ya kadar ulaştı. Nihayetinde bir Roma gölü olan Akdeniz İslam gölüne dönüştü. İşte İslam’ın bu yayılışı; Roma’nın, Yunan’ın, Aristo’nun ve tilmizi İskender’in Hz. İsa’dan sonra ikinci kez reddedilmesi anlamına geliyordu. …” Pasajda geçen “Roma medeniyeti” Cevdet Said’in teorisine göre Hz. İsa’nın Hıristiyanlaştırdığı insanlar değil mi? Bunlar, Hz. Muhammed’in topluluğu ile neden savaşsınlar?
    Bu tür yazılar, daha çok siyaset ağırlıklı oluyor. Ayrıca uydurulan dinin hâkim olduğu bir tarih var karşımızda. Değerli hocam, Kur’an ile “Verasetteki Kirden Taharet” işlemine ihtiyacımız var… Biraz ağır mı oldu? Bu başlıkla bir yazı yazmıştım birkaç yıl önce…
    Hep eleştiriyorum, değil mi?
    Birinci yazı ile ilgili söylenecek daha çok şey var, ama bu kadarla yetiniyorum. Biliyorum ki, benim sancılarımı sen de çekiyorsun.

    İkinci Yazı için;
    “İsevî ve İbrahimî düşünce,…” Böyle bir düşünce türü mü var? Bütün resullerin tebliğ ettikleri, uyguladıkları ne varsa hepsi “İSLÂM” düşüncesidir. İsevi, Musevi, İbrahimi, semavi, vs, bu ifadelerin hiç birisi Kur’an Dili değildir.
    “ …Gibb ve Toynbee, bir gün insanlık âlemini kuşatan bir birlik kurulacaksa, bunun Müslümanların ortaklığı ve desteği olmadan gerçekleşemeyeceğini, …” Bu adamlar anlamışlar; insanlık âleminin ortak bir medeniyeti olur. Müslüman’ım diyenlerden şöyle bir şey duyduk mu? Asyalı, Avrupalı, Afrikalı ve başka nerde varsa bütün insanlardan katılanlarla hep birlikte bir “Esenlik Diyarı kuracağız”… Duymadık, onlar ha bire İsevi, Musevi, vs ile ayrıştırıp duruyorlar.
    “Mesela, Japonlar kaba güç kullanmaksızın bağımsızlıklarını elde ettiler. Ne var ki onların dünyaya verecek bir mesajları yok. …” İfadeye bakar mısınız? Birinci cümle şahane bir mesaj içeriyor, ikinci cümlede yazar “mesajları yok” diyor. Ne kadar çelişkili bir kafa!
    “… Kur’an-ı Kerim kalplerin ancak sünnetullahı/ yasaları kavramakla ve onlara uygun davranmakla yatışabileceğini bildirmektedir…” Evet, işte bu sünnetullah uygulayarak, bir Japonya medeniyeti kuruldu… Biz de lafını ettik. Sünnetullah, bireysel ve toplumsal yapılarla ile ilgilidir, Hani Cevdet Said hocanın kitabında anlatılan.
    “…Allah, kuşkusuz, bir halkın içinde bulunduğu durumu, o halkın bireyleri kendilerini değiştirmedikçe asla değiştirmez. …” (Rad 13/11).

    İmparatorluk, hanedanlık ve diktatörlüklerde doğmuş, büyümüş ve zihinsel birikimini bu ortamda yapmış/beslenmiş insanların işi çok zor be hocam! Ama her zorlukla birlikte bir kolaylık da var. Müslümanlık, Allah’a teslim olmak demek ya işte bunu gerçekleştirmeye çalışmalıyız.
    Gayretiniz ve cömertçe paylaşımlarınızdan ötürü çok teşekkür ediyorum. Sağlık ve selâmetle kardeşim…

    • Muhterem Mustafa hocam,
      Öncelikle her iki yazıyı dikkatlice okuyup uzun uzun yorum yazma zahmetine katlandığınız ve bunu da kısa bir süre içinde yaptığınız için çok teşekkür ediyorum. Ardından öğretici açıkmalar ve haklı gerekçelerle katkılar ve uyarılar yaptığınız için de duacınızım.

      Ben bizden önce ümmetin meselelerine kafa yoran muhterem zevatı tanımaya gayret ediyorum, onların sorun tanımlamalarını ve çözüm önerilerini mütalaa ederken okuyup öğrendiklerimi okurlarımla paylaşıyorum. Belli bir birikimden sonra benzer konulardaki yazılarımı toparlayarak müstakil kitaplar halinde neşretmeyi düşünüyorum. İşte o vakit siz kıymetli hocalarımın bu gibi geri dönüşleri çok kıymetli katkılar olarak meselenin dengeli bir şekilde yerli yerine oturtulmasında mühim bir işlev görecektir.

      Cevdet Said’in de, diğer düşünürlerin de içinde doğup büyüdüğü ve yaşadığı sosyal çevrelerden etkilenmesi, söylemlerini ortaya koyarken bazı kısıtları gözetmiş olma ihtimalleri hep hatırda tutulmalıdır. Kültürel mirasın ciddi bir tenkidinden daha ileri bir görüşe sahip olan Cevdet Said, “Tilke ummetun qad halet lehâ mâ kesebet we lekum mâ kesebtum; Şimdi o toplumlar geçmişte kaldı: onların kazandıkları kendilerine, sizin kazandıklarınız da size aittir; ve siz onların yaptıklarından asla sorumlu tutulmayacaksınız.” (Bakara, 2:134 ve 141) âyetlerini çoğu âlim ve mütefekkirden çok daha yalın ve cesur olarak izah eden bir düşünür olarak; muhtemel ifadelendirme ve/ya çeviri hatalarına takılmadan üstadın 60 yıldır Müslümanlara vermeye çalıştığı mesajı anlamaya odaklanmak gerekir.

      Üstadın 1958’lerden beri yazarak ve konuşarak anlatmak istediği şiddet karşıtı fikirleri anlaşılsa ve dikkate alınsaydı, sömürgeci şer güçleri İslam dünyasında bunca savaş yangını çıkarıp kendi insanımızla ve kendi paramızla ama gâvurun silahıyla birbirimizi çılgınca imha etme hamakatine duçar olmazdık vesselam…

  4. Üstad Cevdet Said’in Kur’an ayetlerini yorumlayışı da başkalarından çok farklı: Kur’an ayetlerinden Müslüman toplumun sosyal yasalarını ince bir sezişle öyle bir çıkarışı vardır ki insanın hayran kalmaması elde değil. Demokrasi, kavram olarak İslam toplumlarında yoksa da muhteva olarak İslam’da vardır. Hz. Ebubekir’in seçilme şekli ve ilk hutbesi, Hz. Ömer’in on yıllık hilafetindeki uygulamaları zamanında dünya toplumlarında görülmemiş bir demokrasi alametleridir, ama Hz. Osman ve Hz. Ali zamanında çıkarılan fitneyle Muaviye zamanında saltanata dönüşerek devlet bazında uygulanan demokrasinin önü tıkanmıştır. Buna rağmen İslam’da bir devletin tebaasının ırk, din ve mezhep farkı gözetmeksizin mal, can, na-mus, akıl ve din emniyetini sağlamak görevi olması demokrasinin yaşayacağı bir zemindir. Lakin Müslümanlar İslam’daki bu zemini değerlendirerek içlerinde demokrasiyi geliştireme-diler. Her şeye rağmen bu potansiyel Müslümanlarda var. Artık Batı’nın kendine has geliştir-diği demokrasisi başka toplumları kolonileştirmesi ve sömürüsüne engel olmadığı için de-mokrasi evrenselleşememiştir. İnsanlığın Müslümanların geliştireceği demokrasiye ihtiyaçları vardır. Günümüz Müslümanları, içtimai dokularını Kur’an üzere oluşturmak için Cevdet Said’e kulak vermeleri gerekir. Sanırım o zaman Kur’an’ın rahmet olduğunu daha iyi anlarız. Fethi Hocam, bize bu fikri ziyafetinden dolayı sana çok teşekkür ederim.

  5. ALLAH, KİMLER İÇİN GÜVENLİK İÇİNDE OLMAYI GARANTİ EDİYOR?
    “De ki: “Biz, Allah’ı bırakıp da bize ne faydası dokunan ne de zarar veren şeylere mi yalvaralım? Ve tıpkı “bizimle gel!” diye kendisini doğru yola çağıran arkadaşları dururken şeytanların ayartmalarına kapılıp dünyevi zevklerin peşine tutkulu bir biçimde takılan kimse gibi, Allah bizi doğru yola ilettikten sonra topuklarımız üzerinde gerisin geri mi dönelim? De ki: “Hiç şüphe yok ki yegane rehberlik Allah’ın rehberliğidir ve biz Alemlerin Rabbine kayıtsız-şartsız teslim olmakla emrolunduk;”
    ( 6 – EN’ÂM 165/71. Ayet )
    ……
    “Hem ben Allah’a ortak koştuğunuz şeylerden neden korkacakmışım? Üstelik siz, Allah katından geçerli bir deliliniz olmadığı halde Allah’a şirk koşmaktan korkmazken? Şu halde eğer biliyorsanız, iki taraftan hangisi kendini güvende hissetmeye daha layıktır, (söylesenize)?
    ( 6 – EN’ÂM 165/81. Ayet )
    İmana ulaşan ve imanlarına zulüm bulaştırmayanlar var ya: işte onlardır GÜVENE LAYIK OLANLAR ; zira onlar doğru yoldadırlar.”
    ( 6 – EN’ÂM 165/82. Ayet )

    Selam ve dua ile