-- Diriliş Postası, Hakkın Elinden Tutmak

BATI’NIN NÂKIS İNSAN HAKLARI SÖYLEM VE BELGELERİYLE YETİNMEMEK

Share via WhatsappShare on FacebookTweet about this on TwitterShare on LinkedInEmail this to someonePrint this page

Batı, bu derin yanılgılarından uyanıp özeleştiri yapmak yerine, tarihin sonuna gelindiği ve bundan sonra medeniyetlerin çatışarak birbirini yok edeceği tezlerini dünyaya yayarak müstekbir ve müstağni tavrını sürdürmeyi tercih etmektedir.

Bir medeniyetin ürettiği söylem ve eylemler, ontolojik zemininin izlerini taşır. Batı’da ortaya çıkan insan hakları söylem ve belgeleri ile bunların pratikleri, beş asırlık tecrübeye rağmen sorunlarından kurtulabilmiş değildir. Bunun sebebi, Batı’da insanın günahkâr doğduğuna inanılmasıdır. Batı medeniyeti fıtraten kötü kabul ettiği insanı hep hayvan üzerinden tanımlar; alet kullanan, düşünen, söz verebilen, isyan eden, hisseden, ticaret yapabilen, sosyal hayvan… tanımları üzerinden geliştirilen sadece ‘insan’ algısı değil, ‘hak’ algısı da sorunludur. Vecibe yüzünü ihmal eden ve sorumluluk dengesini kurma kaygısı gütmeyen tek yönlü hak algısı, Batı’da üretilen insan hakları söylem ve belgelerine de yansımaktadır. Nitekim bu çarpık insan tasavvuru ve illetli hak algısı Batı medeniyetinin sonunu getiren iki önemli neden olmuştur. Batı’nın içtenlikten uzak, ayrımcı ve maddeci medeniyetinin temelinde yatan ve Eski Roma’ya kadar uzanan güç kutsayıcılığı ile kaynakların kıt, ihtiyaçların ise sınırsız olduğu, keza üretimin aritmetik, nüfusun ise geometrik olarak çoğaldığı, dolayısıyla beyaz insanın hayatta kalabilmek için dünya pastasından daha fazla pay almaya hak sahibi olduğu düşüncesine zemin hazırlayan derin yanılgıları vardır. Ne var ki Batı, bu derin yanılgılarından uyanıp özeleştiri yapmak yerine, tarihin sonuna gelindiği ve bundan sonra medeniyetlerin çatışarak birbirini yok edeceği tezlerini dünyaya yayarak müstekbir ve müstağni tavrını sürdürmeyi tercih etmektedir.

Tarihte başka bir dinle yaşama tecrübesinin zayıf olduğu Batı’da geliştirilen insan hakları söyleminin sorunlu oluşunun temelinde yatan bir başka sebep, Batı’da insan hakları tarihinin, kiliseden ve burjuvaziden koparılan hakların tarihi olarak gelişmesidir. Zira Batı’da yaygın zihniyete göre kilise haşâ Tanrı’dan, kral kiliseden, burjuva sınıfı da kraldan haklarını söke söke almıştır. Bu çarpık zihniyet zemininde üretilen insan hakları belgelerinin bütün insanları değil, öncelikle Batılı insanları ‘insan’ ve ‘hak’ bağlamında muhatap aldığı, uygulamada ortaya çıkan belirgin ayrımcılık çelişkisini gideremediği yüzlerce açık örnekte açıkça ortaya çıkmıştır.

Batı’da yaygın zihniyete göre kilise haşâ Tanrı’dan, kral kiliseden, burjuva sınıfı da kraldan haklarını söke söke almıştır.

Hiç olmamasından iyi ama yeterli değil

Batı’nın insan hakları söylem ve belgeleri yetersiz olmakla birlikte, evrensel doğruya ve adalete yönelmede bir imkân olarak değerlendirilebilir. Batı’da üretilen insan hakları söylem ve belgelerinin; ihmalleri, yanlışları ve kazanımları ile birlikte ve İslam dini ve Müslümanlar başta olmak üzere tüm din ve toplumların kırmızı çizgilerini de hesaba katarak yeniden değerlendirilmesi ve noksanlıklarının giderilmesi gereklidir.

Mevcut insan hakları birikimini insanlığa ait bir havzanın tecrübesi olarak kabul edip, insanlığın diğer havzalarının da tecrübeleri ile buluşturup, tüm insanlığı kuşatan kapsamlı bir çerçeve elde etmek mümkündür. Hak ve hukuk tanımadan dünya çapında elde ettiği askeri, siyasi ve ekonomik üstünlüğünü kötüye kullanan ‘Batılı’ insanın kendi tecrübesini tüm insanlığın kazanımı olarak sunması, salt bu tecrübeye dayanan bir insan hakları söylemi ve belgesi dayatması, diğer uygarlıkları görmezden gelmesi insan hakları söylemiyle çelişmektedir. Batı’nın bu müstekbir ve müstağni tavrının diğer toplumlar tarafından kabul edilmesi ve kanıksanması da insan haysiyeti ve insan hakları söylemiyle bağdaşmamaktadır. Bu sebeple, “insan hakları” söylem ve belgelerinin Batı’nın tahakkümünden kurtarılması ve kapsamlı yeni bir insan hakları belgesi hazırlanması bir insanlık ödevi olarak önümüzde durmaktadır.

“İnsan hakları” söylem ve belgelerinin Batı’nın tahakkümünden kurtarılması ve kapsamlı yeni bir insan hakları belgesi hazırlanması bir insanlık ödevi olarak önümüzde durmaktadır.

“İnsan hakları” mı, “insan vecibeleri” mi?

Batı’nın “insan vecibeleri”ni ihmal eden yaklaşımını, Mustafa İslâmoğlu Hoca’nın Kur’ani Hayat dergisinin insan hakları konulu sayısında kaleme aldığı baş yazıdan iktibas edelim: “Batının temel insan hakları olarak saydığı unsurlar, İslam’a göre hak değil vecibedir. Mesela en temel hak olan “yaşama hakkını” ele alalım. Batıda, “yaşama” temel bir insan hakkı olarak ele alınır. Zira tüm diğer haklar gibi, bu hak da, alt sınıfların mücadele yoluyla egemenlerden aldığı haklardan biridir. Fakat Batı’da “yaşama hakkı” olarak ele alınan şey, İslam’da çok daha üst seviyeye çıkarılarak, “yaşama vecibesi” olarak ele alınır. Zira insanlar hayatı, kendilerini yönetenlerin lütfu olarak elde etmemişlerdir. İslam aklında, hayat kölelere efendileri tarafından sunulmuş bir lütuf, altsınıflara burjuvazi tarafından sunulmuş bir hak, tebaaya yönetici tarafından sunulmuş bir ihsan değildir. Nitekim bu, tam da Nemrud’un bakış açısıdır: “… İbrahim demişti ki: “Benim Rabbim hayat veren ve öldürendir”. (Nemrud) cevap verdi: “Ben de hayat verir ve öldürürüm!” (Bakara 2:258). Hayatın sahibi, “el-Hayy” olan Allah’tır. İnsana hayatı bahşeden O’dur. Sadece İbrahim’e değil, Nemrud’a da hayatı O vermiştir. Sadece efendilere değil, kölelere de hayatı O vermiştir. Sadece galiplerin değil, mağlupların hayatını da O vermiştir. Hayat, Allah’ın insanoğluna mukaddes bir emanetidir. İnsanoğlu, O’nun emanet ettiği hayatı korumakla mükelleftir. Bu da yaşamayı bir “hak” değil, bir “vecibe” kılar.

Uygulamada hakkın değil gücün öne çıkmasına mani olamaması, özellikle doğu toplumlarına karşı siyasi baskı aracı olarak kullanılabilmesi İHEB’in itibarını zedeleyen önemli bir problemdir

Hak ile vecibe arasındaki fark çok büyüktür. İnsan hakkından feragat edebilir. Buna kimse karışamaz. Hatta her feragat bir fedakârlık olduğu için, bunu yapan insan övülür. Hakkından feragat ettiğinden dolayı kimse sorumlu tutulamaz. Fakat insan, üzerine vecibe olan bir şeyden feragat edemez. Etse de buna “feragat” değil, “sorumsuzluk” denir. O kimse yükümlülüğünü yerine getirmediği için mesul duruma düşer. Bunu yapanın bizzat kendisi hak ihlali yapmış olur. Bu söylediklerimizi Batı’nın “yaşama hakkı” anlayışına tatbik edecek olursak: Batı’da yaşamak bir “hak” olduğu için, kişi bu hakkından feragat edebilir, vazgeçebilir. Hatta her hakta olduğu gibi bir başkasına devredebilir. Batıda intihara ve ötenaziye yaklaşımın temelinde bu yanlış tasavvur yatar. Fakat İslam’da yaşamak bir vecibe olduğu için, kişi bu hakkından kendi gönlüyle de olsa feragat edemez, vazgeçemez, bir başkasına devredemez. Bu yüzden İslam’a göre intihar çok büyük bir günahtır. Sebebi, Allah’ın emanet ettiği “yaşama vecibesini” ihlal etmek, hayat emanetine ihanet etmektir. Hak, özü itibarıyla hak değildir, yani hak mutlaklaştırılamaz. Öyle olsaydı katilin özgürlük hakkı elinden alınarak cezalandırılmazdı. Keza, bağımlının uyuşturucu kullanma hakkı elinden alınamazdı…” (İslâmoğlu, Kur’ani Hayat, 2015: 40/8-9).

 

Batılı belgelerde yer almayan temel haklar

BM’de imtiyazlı beş ülkenin halâ veto hakkı kullanabilmesi, derhal sonlandırılması gereken bir insanlık ayıbıdır.

Birleşmiş Milletler’in 10 Aralık 1948’de Paris’te yapılan oturumunda kabul edilen 30 maddelik İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ile Avrupa Konseyi’nin 4 Kasım 1950’de Roma’da imzaladığı ve 3 Eylül 1953’te yürürlüğe giren “İnsan Hakları ve Özgürlüklerinin Korunmasına İlişkin Avrupa Sözleşmesi (AİHS)” Batı’da üretilen insan hakları belgelerinin en gelişmiş iki örneğidir. Dünyanın büyük çoğunluğunu yok sayarak belli başlı bazı ülkelerin ortaya koyduğu bu her iki sözleşmede göz ardı edilen temel hak ve hürriyetleri kısaca şu şekilde sıralayabiliriz:

  • Kâinatı yaratan, hayat, akıl, irade, hak bilinci gibi insana has yüksek emanetleri bahşeden Allah’ın yok sayılması, Allah hakkının söz konusu edilmemesi.
  • İnsanın yaratılmasına vesile olan, onu büyük zahmetlerle büyüten ve yetiştiren ana baba hakkının göz ardı edilmesi.
  • Hakların doğumla başlaması, dolayısıyla doğum öncesi ihlallerin suç kabul edilmemesi, hattâ kürtajda olduğu gibi bu ihlalin bir hak olarak kabul edilmesi. Oysa, ana rahmine düşen ve can bağışlanan ceninin sağlıklı doğma hakkı vardır.
  • Sadece insanların değil, hayvanlar ve bitkiler dahil tüm canlıların hayat hakkı.
  • Yetim ve öksüzler başta olmak üzere, yolda kalmış, borç yükü altında ezilen, vb. dezavantajlı kesimlerin hakları.
  • Aile, kardeş, akraba, komşu, dost, misafir vb. sosyal grupların hakları.
  • Dinin, ilahi kitabın, ulemanın, öğretmenin, dindaşların hakkı.
  • Asırlara baliğ olan uzun bir süreçte oluşturduğu manevi ve ahlaki değerleri görmezden gelinen toplumun hakkı.
  • Hakkı tesis ettiği için yüceltilmeyi hak eden ve yanıltmamayı bekleyen hukukun hakkı.

Batı kökenli hak belgelerinin temel zaafları27827

Salt hukuki sözleşmeler olarak kabul edilen insan hakları bildirgeleri ahlaki boyuttan yoksun olduğu için kolaylıkla siyasi manipülasyon aracına dönüştürülebilmektedir.[1]

İngiltere’de 1215 tarihinde papa, kral ve baronlar arasında yetki ve güç paylaşımını konu alan “Magna Carta Libertatum; Büyük Özgürlük Fermanı” ile başlayıp 19. yüzyılın sonuna kadar Avrupa’da ve Amerika’da yirmiyi aşkın önemli bildirge imzalanmıştır. Yirminci yüzyılın özellikle ikinci yarısında yine Avrupa ve Amerika’nın odak noktayı oluşturduğu yetmiş kadar küresel önemli belge dünya ülkeleri tarafından imzalanmıştır.[1] Bu kısa yazımızda biz BM’nin ve AB’nin insan hakları sözleşmelerini esas alarak her iki belgenin şu temel zaaflarına dikkat çekmek istiyoruz:

  • Uygulamada hakkın değil gücün öne çıkmasına mani olamaması, özellikle doğu toplumlarına karşı siyasi baskı aracı olarak kullanılabilmesi İHEB’nin itibarını zedeleyen önemli bir problemdir. 67 yıldır geçerli olan bu bildirgeye rağmen BM’de imtiyazlı beş ülkenin halâ veto hakkı kullanabilmesi, derhal sonlandırılması gereken bir insanlık ayıbıdır.
  • Avrupa’da üretilen hak belgeleri; ötenazi, uyuşturucu kullanma, aileyi gereksiz gören nikâhsız birliktelikler ve eşcinsel evlilikler gibi anormal davranışları hak kapsamında ele alarak bütün bir insanlığın geleceğini koruma hakkını hafife almaktadır.
  • İçtenlikten yoksun olduğundan ayrımcılık yapmayı ve çifte standart uygulamayı kendine hak gören Batı, temel hakları ilkesel olarak savunmak yerine zamana, mekâna ve amaca göre farklı hak ve özgürlük söylemleri ortaya koyabilmektedir.
  • Ahlakı, vicdanı ve maneviyatı hesaba katmadığından ruhsuz olan bu bildirgeler, Batı’ya kendi menfaatleri doğrultusunda imtiyazlı bir hak algısı kurgulayabilme fırsatı tanıyabilmektedir. Salt hukuki sözleşmeler olarak kabul edilen insan hakları bildirgeleri ahlaki boyuttan yoksun olduğu için kolaylıkla siyasi manipülasyon aracına dönüştürülebilmektedir.[2]
  • Bireyin devlet karşısında korunmasına odaklanmış olması sebebiyle hakkın vecibe yüzünü görememesi, keza hak ve sorumluluk dengesini yeterince kuramaması BM ve AB insan hakları sözleşmeleri başta olmak üzere Batı menşeli insan hakları söylem ve belgelerinin derhal giderilmeyi bekleyen önemli zaafları olarak insanlığın önünde durmaktadır.

[1] Bu belgelerin Türkçe tam tercümeleri için Hak-İş Konfederasyonu tarafından Coşkun Can Aktan editörlüğünde yayınlanan “Haklar ve Özgürlükler Antolojisi”ne bakılabilir (Ankara 2000: 39-634).

[2] Adil Dünya Derneği’nin Aralık 1994’te Kuala Lumpur’da düzenlediği konferansın tebliğlerinden oluşan ve Pınar Yayınları tarafından 2004’te yayımlanan “İnsan Hak(sızlık)ları” isimli kitap bu konuda yüzlerce örneği detaylıca sunmaktadır.

Share via WhatsappShare on FacebookTweet about this on TwitterShare on LinkedInEmail this to someonePrint this page
ÖZGÜR BİREYİN HAK VE SORUMLULUK DENGESİNİ KURABİLMESİ
İSLAM İNSAN HAKLARI BEYANNAMESİNİ YAZABİLMEK

Yorum yap

Yorum