Arapça ‘sa-we-ra’ kökünden türetilen ‘sûret’ isminin mastarı olan ‘tasavvur’ kelimesi sözlükte; kendi kendine resmetme, zihinde canlandırma, zihinde şekillendirme, zihinde kurma, tahayyül etme, göz önüne getirme, kurgulama, düzenleme, bir şeyi nasıl yapacağını düşünme, tasarı, tasarım, dizayn, plan, niyet, maksat, kavram, mefhum gibi birbiriyle bağlantılı çeşitli manalara gelmektedir.
Tasavvur kelimesi mantık ilminde ‘tasavvurat’ şeklinde çoğul kipinde kullanıldığında, ‘tasdikat’ın zıddı olarak, önermelerin zihinde meydana gelişini ve bunların teorisini konu edinen alt bölüm anlamına gelmektedir. Düşünceyi oluştururken zihni hataya düşmekten korumayı amaçlayan mantık ilminde tasavvurat, varlıkların niteliklerini tabii hiyerarşisine mutabık şekilde zihinde tasnif etmeye ve onların konumlarına muvafık şekilde kavramsallaştırılmasına; tasdikat ise kavramları birbiriyle bağlantılandırarak bir hükme varmaya, önermeleri belli bir düzene göre sıralayarak bir sonuca ulaşmaya, yani kıyas faaliyetine tahsis edilen iki temel alanın isimleridir.
Tasavvurun en kıymetli malzemesi kelime ve kavramlardır. Kelime; anlamlı ses veya ses birliği, söz, sözcük demektir. Kavram ise bir nesnenin veya düşüncenin zihindeki soyut ve genel tasarımı olup fehva, nosyon ve mefhum kelimeleriyle de ifade edilir. Bir bilim, sanat veya meslek dalıyla ya da bir konu ile ilgili özel ve belirli bir kavramı karşılayan kelimeye de terim denir (TDK, Türkçe Sözlük, 2005). Türkçede kavram için mefhum, terim için de ıstılah kelimeleri yaygın şekilde kullanılmaktadır.
Kavramların gücü
Bir dilde bir konuda kullanılan kelime ve kavramların çokluğu o kültürde söz konusu konunun ne kadar büyük öneme sahip olduğunun belirgin bir göstergesidir. Mesela, Kızılderililerin tüyle, Arapların deveyle, Türklerin at ile ilgili ziyadesiyle kelime ve kavram üretmesi, bu varlıkların o toplumlar için hayati önemi haiz işlevleri icra ettiğine delalet eder. Keza, Avrupa dillerinde aile ve akrabalık ilişkilerine ilişkin kelime sayısı iki elin parmaklarını geçmezken, Arapça, Türkçe ve Farsça başta olmak üzere müslüman toplumların dillerinde bu konuda düzinelerce kelime ve kavram üretilmiş olması, ailenin ve akrabalık ilişkilerinin müslüman toplumlarda ne kadar çok önemsediğini gösterir.
Mustafa İslâmoğlu Hoca’nın pek veciz şekilde ifade ettiği veçhile; “ilahi bir inşa projesi olan vahiy, muhatabı olan insanın; a) kelime ve kavramlarıyla tasavvurunu, b) önerme ve hükümleriyle aklını, c) örnekleriyle şahsiyetini, d) maksat ve ruhuyla hayatını inşa eder.” (Kur’ani Hayat, 2011: 16/3).
Bir sözü, bir talimatı ya da bir açıklamayı yanlış anlayan bir insanın, makul bir davranış ortaya koyması ve doğru bir iş yapması beklenemez. Kazara işi doğru yapsa bile bunun bir kıymeti olmaz. Zira, insan davranışlarının değeri onun niyetlerine bağlıdır. Mesela, niyet etmeden gün boyu aç kalan bir mü’min oruç tutmuş sayılmaz. Bir amelin salih olması için en başta niyetin, sonra usulün sahih olması icap eder. Sevgili Efendimiz’den (aleyhissalatu vesselam) aktarılan uzun ‘niyet hadisi’, on dört asır önceki çetin şartlarda gerçekleştirilen riskli ve meşakkatli bir hicretin bile niyeti sahih olmayınca salih ve makbul bir amel olmayacağını açıklamaktadır. Niyet hadisinden öğreneceğimiz en büyük ders, tasavvurun, zihindeki kurgunun insan için ne kadar büyük önem taşıdığıdır. Bir başka ifadeyle, muteber olan, kendi kuruntularımızla değil, Rabbimizin bizim için belirlediği parametrelerle tasavvurumuzu oluşturup, O’nun çizdiği sınırlar dahilinde eylemler ortaya koymaktır.
İstikamet açısını çizdiği ve bilgi değişkenine göre davranışları şekillendirdiği için tasavvur, âdemoğlunun insanlığını gerçekleştirebilmesinde stratejik bir öneme sahiptir. Zira, tasavvurun şekillendirdiği davranışlar bir ömür tekrar edilerek insanın karakterini, hayat tarzını, dolayısıyla hem dünyasını hem de ukbâsını inşa etmiş olur. Tasavvurda başlayan küçücük bir sapma, davranışta onlarca kat büyüyerek şahsiyet oluşumunda had safhaya ulaşır ve nihayetinde sınırı aşarak insanı ters istikamete yönlendirebilir. Böylece, Allah’ın cennetine davet ettiği insan, kendisine bağışlanan yetenekleri kötüye kullanarak yanlış bir menzile revan olur.
İnsana bahşedilen muhteşem yetenek
“Allah Âdem’e bütün varlıkların isimlerini öğretti…” (2:31). Yüce Yaratan âdemoğlunu varlıkları, olayları, olgu, oluş ve süreçleri kavrayabilme ve onlara isimler verebilme yeteneğiyle donattı. “Yücelik” anlamına gelen “s-m-w” kökünden türetilen “isim” koyabilme yeteneği, yeryüzünün halifesi tayin edilen insana bahşedilmiş muhteşem bir ayrıcalıktır. Âdemoğlu, tarih boyunca on binlerce dili, milyonlarca kelime ve kavramı bu muhteşem ilahi bağış sayesinde geliştirebilmiştir. Her biri Allah’ın yüceliğini gösteren harikulâde bir âyet olan bu diller, kelimeler ve kavramlar sayesinde insanoğlu meramını ifade edebilme, ileri sosyal kurumlar ve sistemler kurabilme imkânına kavuşmuştur.
“er-Rahmân, ‘alleme’l-Kur’ân, halaka’l-insan, ‘allemehu’l-beyan; Rahmân, öğretti Kur’an’ı, yarattı insanı, öğretti ona beyanı…” (55/1-4). Yani muradını, derdini, isteğini açıkça ortaya koyabilmeyi, kelime ve kavramları kullanarak duygu ve düşüncelerini paylaşabilmeyi, dil marifetiyle hemcinsleriyle etkili iletişim kurabilmeyi insana sonsuz rahmet sahibi Yüce Allah öğretti.
İnsanoğluna gerek varlık isimlerinin, gerek beyanın/ifade becerisinin, gerekse bilmediklerinin kalem/yazı ile (96:4-5) öğretildiğinden bahseden ayetlerde ‘tef’il’ kalıbının kullanılması, bu öğretme/öğrenme fiilinin bir anda olup biten bir olay olmayıp, bilakis uzun bir zamana yayılan, tedricen, yavaş yavaş gerçekleşen bir süreç olduğunu ifade etmektedir. Nitekim, Arapçada ‘tef’il’ kalıbı hem manadaki kuvvetli vurguyu ve ehemmiyeti, hem fiilin müteaddi oluşunu, hem de bu geçişliliğin birden fazla etkileneni olması durumunu bünyesinde barındırır. Dolayısıyla, büyük bir olay olarak öğrenme sürecinde âdemoğlu vahyin ışığında tasavvurunu oluşturarak varlıkların isim ve müsemmalarını kavramaya, varlık hiyerarşisini doğru bir şekilde zihninde ve hayatında kurgulamaya muvaffak olur.
Kısa insanlık tarihi boyunca, kendisine bahşedilen muazzam kelime ve kavramlarla oynayanlar, onları eğip bükenler, içini boşaltıp işlevsizleştirmeye çalışanlar hiç eksik olmadı. Aynı ilaha iman eden, aynı kitabı okuyan, aynı peygamberin yolundan giden, ahiret gününde hesaba çekileceğine inanan iki milyarlık İslam dünyasında bunca kargaşa ve çatışmaların sebeplerini irdelediğimizde, büyük bir acıyla kelime ve kavramlara aynı manaları yüklemediklerinin yattığı görürüz.
Allah, vahiy, ahiret, şeytan, dünya, insan, hak, islam, peygamber, sünnet, fıtrat, ahlak, takva, ilim, iman, küfür, tevhid, adalet, emanet, izzet, zillet, mülkiyet, ibadet, cihad, şehadet, tarih, hicret, irade, kader, kutsal, hayır, şer, bid’at gibi onlarca temel kavram maalesef bölgeye, mezhebe, hattâ meşrebe göre farklılık arz etmekte. Bu vahim durum onların sağlıklı iletişim kurmasını engellemekte, birbirlerini anlamakta zorlanan müslüman gruplar çözümü şiddete başvurmakta, dahası gücü ve şiddeti kutsamakta aramakta! Böylece sözün gücü kaybolmakta, gücün sözü geçerli olmakta!
Tasavvuru doğru kurmak
Ümmet-i Muhammed’in takriben iki asırdan beri yaşadığı zelil vaziyetten kurtulabilmesi, böylece, pâyimal olan izzetine yeniden kavuşabilmesi, tasavvurunu doğrultabilmesine bağlıdır. Müslümanların, yukarıda sıraladığımız kavramlar başta olmak üzere düzinelerce kavram çiftini vahyin ışığında yeniden üretmesi, vahyin mana ve maksadını yaşadığımız çağın diliyle insanlığın idrakine yeniden sunması, muhayyel ve mutasavver yorumlara tamah etmeden Allah’ın verdiğiyle ve gösterdiğiyle yetinmesi, Kur’an’a, İslam’a zam ya da tenzilat yapmaktan artık vaz geçmesi gerekir.
Üstad Cevdet Said, Türkçeye “Bireysel ve Toplumsal Değişmenin Yasaları” adıyla çevrilen “Hattâ Yuğayyirû mâ bi Enfusihim; Nefislerindekini Değiştirmedikçe” isimli eserinde (Beyrut, 1972) tasavvurun ne kadar büyük ehemmiyete sahip olduğunu ortaya koyan bir dev masalı anlatır. Zamanın birinde devler ülkesinde anlı şanlı bir dev varmış. Bu devin namı tüm civarda yayılmış. Bir başka dev, bu kahraman devle tanışmak istemiş ve iltifatkâr bir mektup göndererek arzusunu bildirmiş. Ne var ki, umduğunun aksine, had bildiren bir cevap almış. Bu aşağılayıcı cevap üzerine, gururlu devin karşısına çıkıp onurunu kurtarmak için intikam almaya karar vermiş. Derhal yola koyulmuş; koşar adımlarla mağrur devin yaşadığı şehre varmış. Hasmının gürleyerek gelişini duyan mağrur devin dizlerinin bağı çözülmüş, rengi atmış. Durumun vahametini kavrayan karısı biçare kocasına yatağa girmesini söylemiş, yorganı da devin ayakları dışarıda kalacak şekilde örtmüş… Öfkeli dev hışımla mağrur devin nerede olduğunu sormuş. Kadın parmağını ağzına götürüp “şşt” demiş, “yavaş ol, çocuğu uyandıracaksın!” Ve yorganın altından taşan bir çift iri ayağı işaret etmiş öfkeli deve. Bu iri ayakları gören öfkeli devin kalbine bir korku düşmüş. Başından soğuk sular boşalmış. “Çocuğu bu kadar iriyse, babası kim bilir ne kadar büyük!” diye düşünmüş. Bacakları titremiş, arkasını dönmüş, kaçıp gitmiş geldiği yoldan.
Bu kıssadan çıkarmamız gereken hisse, tasavvurdaki değişmenin güçlü devi azizken nasıl zelil kıldığı, kuvvetliyken nasıl zayıf düşürdüğü, onurunu kurtarmak için çıktığı yolda kendi onurunu bizzat kendisinin nasıl ayak altı ettiğidir. Bu masal, “es-Semî; her şeyi hakkıyla duyan”, “el-Habîr; her şeyden hakkıyla haberdar olan”, “el-Basîr; her şeyi hakkıyla gören”, “er-Raqîb; her şeyi mükemmelen murakabe eden, gözetimi altında tutan” gibi Allah Teâlâ’nın yüce esmâ ve sıfâtını, burunlarının ucunu görmekten aciz küresel istihbarat teşkilatlarına yakıştıran(!), algıları, duyguları, beşerî ve iktisadî imkânları, dahası ilmî müktesebatı bile yönetilerek sömürülen âlem-i İslam’ın hâl-i pürmelâlini ne kadar da hazin bir şekilde yansıtıyor!
Rabbim bizleri, doğru bir tasavvur kurabilen, böylece erdemli davranışlar ortaya koyabilen, nihayet her iki cihanda kurtuluşa götürecek inşa ve ıslah faaliyetleri gerçekleştirebilen salih kullarından olmaya muvaffak eylesin.