Bu yazı, Cevdet Said’in 25.11.2018 ve 02.12.2018 tarihlerinde Diriliş Postası’nda çıkan iki yazısının birleştirilmiş nüshasıdır.
1400 Mekke-Harem Olaylarının Yıldönümü
Geçen hafta, Mekke’de Mescid-i Haram’ın bir grup genç tarafından işgal edilişinin (39.) yıl dönümüydü. Hicrî 1400 yılında, muharrem ayının ilk günü sabah namazı vaktinde tabutların içinde (Kâbe’ye) silah sokmuşlardı. 20 Kasım 1979’da gerçekleşen bu işgalde gençler Mehdi’nin zuhur ettiğini ilan etmişti… Namaza gelenleri ona itaate zorlamışlar, Mescid-i Haram’ın kapılarını kapatıp kendilerini de sağlama almışlardı.
Tüm bu olaylar el-Kaide’nin ve Daiş’in ortaya çıkmasından, hatta Körfez savaşlarından ve 11 Eylül 2001 saldırılarından önce yaşanmıştı. O zamanlar, Suudi Arabistan’da yönetim sarsılmış, Mescid-i Haram işgali iki hafta kadar sürmüştü. Sonunda rejim yabancı devletlerin de yardımlarıyla Mescid’e baskın yapılarak gençler yakalandı ve daha sonra idam edildiler.
Bu olay yeterince incelenmemiştir. Bu hareket tarzının nasıl ortaya çıktığını hakkıyla anlayabilmiş değiliz. Bu tür olaylar nasıl ve neden tekerrür edebiliyor? Bu girişimler başarılı olsaydı neler olabileceğini de sorgulamıyoruz. Gerçekten bir şeyler değişir miydi? Arap ve İslam ülkelerinde bağımsızlıklarını kazandıktan bu yana birbirini izleyen darbelere şahit olmuyor muyuz? Dahası rüşdü (dürüstlüğü, olgunluğu) kaybettiğimiz ve bir daha bulamadığımız Muaviye döneminden bu yana (darbelere) şahit olmadık mı?
Bazı insanların gecenin bir yarısında yönetime el koymak için darbe yapmasını akıllarımızın nasıl kabullenebildiğini kendi kendime defalarca sorguladım. Başarılı olurlarsa sonsuza dek tapılan (sahte) ilahlara, başarısız olurlarsa idamlık hainlere dönüşüveriyorlar! Biteviye tekrarlanan bu olguyu aydınlar nasıl kabullenebiliyorlar?
Böyle bir olguyu kabullenmem nasıl mümkün olabilir? Bir darbenin gerek Allah katında gerekse toplum nezdinde meşru olabileceği kanaatinde değilim. Aksine -her ne kadar kendileri ‘İslami’ ya da ‘demokratik’ iddialar ortaya koysalar da- darbecilerin de tiranların da aynı zihniyetin ürünü, tek bir modelin farklı görüntüleri olduğu kanaatindeyim.
Bu yaklaşımım, tiranların haklı olduğu ya da toplumsal ıslah talebinin yersiz olduğu anlamına gelmez. Ayrıca bu dinin uğruna hayatlarını feda eden gençlerin samimiyetinden de şüphe duymuyorum. Benim söylediğim şudur: Ey insanlar, bu yol yanlış! Bunların hepsi aynı mezhepten (zira aynı yöntemi benimsiyorlar). Gelen kişi gidenin bir benzeri. Öldürülen de öldürenin bir benzeri. Her ikisinin de hem düşünce tarzı hem de gelecekleri aynı…
Bu sözlerime katılmayanlar tarih okusunlar ve nebilerin rüşd toplumunu ikna yöntemiyle nasıl inşa ettiğine baksınlar. Nebi aleyhisselam, şiddete başvurmadan ve tek bir kişiyi öldürmeden iktidara gelmiştir. En üst düzeyde bir meşruiyetle iktidara geldikten sonra, herhangi bir meşru devlette olduğu gibi kanunların uygulanması ve insanlar arasında zulmün ortadan kaldırılması maksadıyla (sınırlı ve ölçülü düzeyde) şiddet kullanımına izin vermiştir.
1995’te Oklahoma’da bombalı eylem yapan, aynı yıl Tokyo metrosunu patlatan, 1981’de Enver Sedat’a suikast düzenleyen, 1995’te İzak Rabin’i öldüren, 2001 yılının Eylül ayında Amerika’ya saldıranlar, 2002’de Moskova’da tiyatro saldırısını gerçekleştiren, 2004 yılında Madrid, 2005 yılında Londra bombalamaları, 2011’de Oslo, 2015’te Paris saldırıları ve benzer saldırılar ile geçen yüz yıl boyunca savaş kararları almış olanlar, işte tüm bu insanlar, tarih bilgisinden yoksun olduklarını ve dünyada meydana gelen değişimi(n kanunu) bilmediklerini haykırmış oldular.
Mikroplar olarak adlandırdığımız mikroorganizmalar dünyasını keşfedene kadar salgın hastalıklar insanları silip süpürmüştür. Bu örneğe benzer şekilde ben de şöyle diyorum: Savaşlar, insanları katliamlar yapmaya iten kutsal fikrî varlıklar yüzünden kopar. Bizler (ne yazık ki bünyemizde) düşünce mikroplarını korumaya devam ediyoruz!
Bu fikirleri (yeri geldikçe) tekrar ediyorum. Kendimi de bu hususları yeterince açık şekilde ortaya koyamadığım için kınıyorum. Bu konuyu daha iyi izah edebilmek için çalışmaya da devam ediyorum.
*******
Kendini Buldun mu?
Zaman zaman konferans ve sempozyumlara katılma davetleri alıyorum. Bazen bu gibi davetlerin bir kısmının, İslam dünyasının fikir ve akıl bakımından ne kadar boş olduğuna delil teşkil ettiğini düşünürüm… Çünkü ara ara ihtisas alanımıza oldukça uzak konularda konuşmak için davet ediliyoruz. Konuşmalarımı dinleyen, yazdıklarımı okuyan çok sayıda insan var… Ancak ben bir ilim adamı olmaktan çok uzağım. Ben sadece insanları bilgi edinmeye teşvik ediyorum.
Allah rahmet eylesin, annem ilmi çok severdi. Ezher’de eğitim görmek için (1946’da) Mısır’a gitmemde büyük bir rol oynamıştı. Kur’an’ı okuyordu ama eğitim görmüş biri değildi. Fakat ilme inanırdı. Ben de annem gibi ilme inanırım. Lâkin ben bir âlim değilim.
Her zaman söylediğim gibi İslam dünyası gençliğinden, bu din uğrunda canlarını ve mallarını feda etmeye hazır çok sayıda insan var. Ancak ciddi bir eğitim ve uzun soluklu bilimsel araştırma uğruna ömrünün birkaç yılını harcamaya hazır gençlerin sayısı oldukça azdır. Derinlikli ilmî çalışmaların değeri Müslümanlar arasında hâlâ şüpheli bir konudur. Özellikle belirtmeliyim ki canını feda etmek bir anlık hamasetle mümkün olabilmektedir. Oysa ilim elde etmek, bilinç ve bağlılık açısından daimî bir çaba ve kesintisiz bir enerji gerektirir.
İşte bu yüzden bazı konferanslara gidip konuşmacıları dinlediğimde veya tebliğlerini okuduğumda umutsuzluğa kapıldığım olur. Zira sorunlarımıza yönelik çözüm önerileri bulunmadığını görüyorum! Dahası, uzmanı olmadıkları konularda konuşuyorlar! İnsanlar, bunların en azından bazılarının ne kadar cahil olduğunu yakından görüp dağılıyorlar.
İşte bu sebeple diyorum ki; ey gençler, ilim elde etmeye odaklanın! Korkarım size İslam dünyasında henüz gerçek ilim adamlarımız olmadığını söylemek zorundayım. Âlimlerimiz atalarına muhalefet etmekten korkmaktadır. Bu yüzden de Rasulullah’ın (s) bizi dikkatli olmaya çağırdığı bir vaziyete düştük: İlmi olmadan fetva veren ve böylece hem kendi sapan hem de başkalarını saptıran cahillere sığınır olduk!*
Zaman zaman ziyaretime gelerek bazı gençler bana şu meyanda sorular yöneltiyorlar: “Anlattığınız ve yazdığınız bu ilginç fikirler nedir böyle? İslam dünyasında buna benzer fikirleri konuşan ya da yazan senden başka bir kişi daha olduğunu sanmıyoruz!”
Buna benzer tepkiler, ya heyecanlı gençler daha önce tanımadıkları yeni fikirleri öğrendiklerinde ya da bir konuşmacıyı veya hocayı dinledikten sonra ona bağlanıp peşinden gitme ihtiyacı duyduklarında ortaya çıkmaktadır. Bu da bize, Şemseddin Tebrizî ile karşılaştığında Celaleddin Rûmî’nin başına gelenleri hatırlatmaktadır:
Celaleddin, daha önce hiç duymadığı bir fikri ondan duyunca şok olmuş ve Tebrizî’nin fikirlerine âdeta tutsak olmuştu. O kadar ki, Rûmî’nin öğrencileri Şems’e çok kızmış ve onu şehirden kovmuştu. Bu olaydan sonra Rûmî’nin tek önemli işi bu olmuş, öğrencilerini terk edip Tebrizî’yi armaya koyulmuştu. Uzun süre onu aramaya devam ettikten sonra fikrî bir aydınlanma yaşayarak uyanmıştı:
Aah! Ben Şems’i kaybetmedim, benim aradığım Şems değil aslında, aksine ben kendimi arıyormuşum! İşte o an Şems’i aramayı bırakan Rûmî geri dönüp kitabı “Mesnevî”yi telif etmeye başlamıştı. Son derece özgün ve yüksek düzeyli bu kitap, onun atalarının belirlediği çerçeveden çıkıp kendisini gerçekten bulduğunun ve canlı fikirler üretip gerçek tecrübeler edindiğinin delilidir.
Ben de kendimi buldum. Sen ey sevgili okuyucu kardeşim, olayı kavrayıp ilim ve derin bilgi için nitelikli zaman harcarsan, işte o zaman ne bana ne de başka birine ihtiyacın kalır. O zaman bizzat yolda olursun. İşte o zaman “Hayy ve Qayyûm: Diri ve Varlığı Yöneten” Allah ile, O’nun “âfâq ve enfüs: dış ve iç (dünya)” âyetleriyle (göstergeleriyle) beraber olursun.
Bu büyük bir olaydır. İşte bu yüzdendir ki, nasıl özgürleşeceğimizi, Allah’a ve O’nun sünnetlerine (yasalarına) nasıl bağlanacağımızı kendisinden öğrenebileceğimiz, hakikaten anlayan, inanıp güvenen, bize yolumuzu ve kendimizi nasıl bulabileceğimizi öğretecek bir insan bulmayı umut ediyoruz. Bizi müritlerinden ya da takipçilerinden biri yapacak birini değil…
Çeviren: Fethi Güngör
* Cevdet Said bu sözüyle şu rivayete atıf yapmaktadır: “En çok hadis rivayet edenlerden biri olan, Kur’an’ı ve eski kitapları okuyabilen âlim sahâbî Abdullah b. Amr’ın naklettiği bir hadis-i şerifte Peygamberimiz bu duruma şöyle dikkat çeker: “Kuşkusuz Allah, ilmi kullarının arasından çekip almaz, bilakis âlimlerin vefatıyla onu alır ve sonunda hiç âlim bırakmaz. İnsanlar da cahil kimseleri önder edinirler. Bu cahillere birtakım sorular sorulur, onlar da bilgisizce fetva verirler. Böylelikle hem kendileri sapar hem de insanları saptırırlar!” (Buhârî, İlim 34). https://hadislerleislam.diyanet.gov.tr/?p=kitap&h=sapt%C4%B1r%C4%B1r&i=1.1.382&t=0, 01.12.2018. (Çeviren).
Çok değerli Fethi Hocam, çok anlamlı ve bir o kadar da ibret verici yazıları gündeme taşıdığınız için teşekkür ediyorum. Zahmet ve kaleminizi hayranlıkla selamlıyorum:..
“Aah! Ben Şems’i kaybetmedim, benim aradığım Şems değil aslında, aksine ben kendimi arıyormuşum! İşte o an Şems’i aramayı bırakan Rûmî geri dönüp kitabı “Mesnevî”yi telif etmeye başlamıştı. Son derece özgün ve yüksek düzeyli bu kitap, onun atalarının belirlediği çerçeveden çıkıp kendisini gerçekten bulduğunun ve canlı fikirler üretip gerçek tecrübeler edindiğinin delilidir.”
Yaptığım bu alıntıyı çok değerli buluyorum ve katkı için Mesnevi’den birkaç alıntı yapmak istiyorum:
“Gönül sahibi cismini viran eder, sonra da harabeyi mamur kılar.”13; “Bilgisizlikten gölgeye ok atar. Okluğu boşalınca üzülür.”18; “Gel haddi aşma, akıllı kimse kibir ve kinle iş görmez.”36; “Zarifin her işi zarif olur.” 40; “Nur ve kemal, helal kazanılmış lokmadan doğar.”66; “Görünüşte birsin, lâkin aslında yüz bin.” 147
NOT:1) Az önce 147’nci sayfadan yaptığım alıntıdaki söz Hz. Ali’nin canını bağışladığı düşmanının sözüdür. Bu söz, gerçek anlamdaki Mümin/Müslüman olanların savaşlardaki etkisini, Allah’ın onlara çeşitli şekillerdeki yardımlarını (“5 bin melek”, “sen atmadın…” ve diğerleri) anlatıyor, temsilen bildiriyor diye düşünebiliriz.
NOT:2) Sözlerin sonundaki sayılar Mesnevi’deki sayfa numaralarıdır.
Not: 3)Mevlâna Celâledin-i Rumî; Çeviren: Amil Çelebioğlu, Mesnevi Şerif / Aslı ve Sadeleştirilmişiyle MANZUM NAHİFİ TERCEMESİ, Sönmez Neşriyat, İstanbul- 1967
Cevdet Said hocam hem mütevaziliği ile kalbleri fethediyor hem de bağımsız ilim adamlığıyla uyarıyor müminin yitiği için.